20 Ekim 2012 Cumartesi

Bulgurun Faydaları

          Olimpiyat kâbusuyla başlayan sezonun ilk maçı, İBB 2-0 mağlubiyet. Abdullah Yılmaz ve talimatlı yardımcısının imza attığı maç, Gaziantepspor 4-2 mağlubiyet. "Uyarının biraz daha koyusu" kavramıyla bizleri tanıştıran maç, Samsunspor maçı 4-2 galibiyet. Arena'daki efsane Beşiktaş maçı, 3-2 galibiyet. Kadıköy şokuyla başlayıp Hoca'nın "oynayın lan biraz" ile balans ayarı yaptığı derbi, 2-2 beraberlik. Süper Final'deki Trabzonspor deplasmanı 4-2 galibiyet ve Arena'daki, beklenen Trabzon'dan gelecek gol haberi gelmeyince şirazesi kayan, Beşiktaş maçı, 2-2 beraberlik.

          Yukarıda sıraladığım 7 maçın bir ortak özelliği var; Galatasaray'ın kalesinde 2 veya daha fazla gol görmüş olması. Üst sınırı 3 gole çektiğimizde süzgecin bu tarafında kalan tek maç var, o da Abdullah Yılmaz imzalı 4-2'lik Gaziantepspor maçı.

          Geçen sezon 41 resmi maçın 34'ünde 2'den az gol yiyen bir Galatasaray vardı yani. Ki bu 34 maçın 20'sinde hiç gol yemediğini zaten biliyoruz.

          Geçen sezon 40 maçta 7 maç olan o "2 veya daha fazla gol yeme" oranı, bu sezon geride kalan 11 resmi maçta 6. Yani bu 6 maçta garanti galibiyet için 4 gol atmalısınız. Ki mevzubahis 6 maçta galibiyet sayısı 2.

          İstatistiklerle daha fazla kafa yormaya gerek yok. Toplamı 10 yapan rakamları değişik şekillerde bir araya getirerek bu soruna çözüm üretmeye de gerek yok. Çünkü yapılan gölge presleri, yalandan savunmaları, kapılan toplarla yapılan laubali işleri, savunmanın göbeğinden verilen bir dolu gol pozisyonunu, gol bölgesine doğru top taşınmaktayken eli belinde rakibi "aa ne güzel top sürüyormuş çocuk" edasında izleyen defansif orta sahaları, 2-3 kişinin birden yediği basit çalımları, can sıkıcı özgüven patlamalarını açıklayabilecek bir 4-4-2 de yok, 3-5-2 de.

          Dimyat'ın pirinci Dimyat'ın olsun, evdeki bulgur fena değildi.

17 Ekim 2012 Çarşamba

2011-12 Galatasaray'ı vs. 2012-13 Galatasaray'ı ve Hücum Problemleri

          Geçen sezon bir maçtan sonra Fatih Hoca, takımı için "Biz çabuk oyunculara sahip bir takım değiliz. Kenarlarda da orta saha özellikli oyuncular kullanıyoruz. Bizim etkili olma, gol pozisyonu bulma yolumuz baskın hücumlar ve pres." minvalinde bir ifade kullanmıştı.

          Evet, yine 2011-12 takımı... O takımın etkili olma yöntemlerini iyi anladığımızda, şimdiki takımın etkili olamama sebeplerini de iyi anlayacağız.

          Öncelikle şunu kabul etmek lâzım: Her ne kadar misak-ı milli sınırları içinde Fatih Terim ismi hücumla özdeşleşmiş olsa da, 2011-12 takımı çok iyi bir hücum takımı olduğu için şampiyon olmadı. 40 maçta 70 küsür gol attığı için değil, o 40 maçın 20'sini gol yemeden kapattığı için şampiyon oldu. 12 derbi maçın 5'ini kazandığı için değil, 11'ini kaybetmediği için oldu. Hatta bir gösterge olarak da; çılgınlar gibi hücum yaptığı Arena'daki 1-2'lik Süper Final F.Bahçe derbisinde tehlikeye attığı şampiyonluğu, akıllı oynayarak istediğini aldığı 0-0'lık F.Bahçe derbisiyle kazandı.

          Ülke standartlarının üstünde bir alan savunması yaparak, hücumda da baskın hücumların yanı sıra ekstra sayılarla ayakta kaldı o takım. Bulduğu gollerin ciddi bir kısmında bir takım organizasyonu yoktu belki, ama mükemmel dizayn edilmiş takım savunması ile şampiyon oldu o takım.

           Ve bu sezonki takımla kıyasladığımızda, bence en büyük fark; geçen sezonki takım şampiyon olmayı çok isteyen bir takımken, bu sezonki takım şampiyon bir takım. Geçen sezonki ekstra motivasyonun bu sezon etkisini yitireceği, daha ziyade organizasyona, yeteneğe, çabukluğa ihtiyaç duyacağımız aşikârdı. Bu tarz bir enerji boşalmasını 2006-07'de yaşamıştık. Hemen hemen aynı kadro, önceki sezon 83 puan toplamışken, ertesi sezon 56 puanda kalmıştı. Ekstra motivasyonun rolü es geçilerek, gereken takviyeler yapıl/a/mamıştı. Çok şükür, bu sezon böyle bir hamaset kaynaklı yanlışa düşmedik.

          Biz hücumdaki üretimsizlik problemine dönelim. Öncelikle hata yapmamak için konuyu iki ayrı dalda incelememiz gerek. Birincisi; oyunu oynamaya çalışan, savunmasını kale sahasına kurmayan, özetle öncelikli hedefleri arasında gol atmak da bulunan rakiplere karşı söz konusu hücum kalitesi. Bu açıdan çok sorun yaşadığımız söylenemez. Atletik oyuncularımızın fazlalığı sayesinde, bize gereken mesafeyi veren her rakibe karşı, her sahada her şekilde gol pozisyonuna girebilecek bir takımız.

          Hücumdaki problemlerimiz bu tip rakipler karşısında değil, topun arkasına çabuk dizilip, dar bir alanda eli ayağı düzgün bir alan savunması yapan ve belli bir düzene göre kontratak yapmaya çalışan takımlara karşı baş gösteriyor. Birbirinin kopyası Ordu ve Braga maçları, rakip önde oynamaya uğraşırken çok pozisyon bulduğumuz, ama son dakikalarında rakibin gömüldüğü anlarda büyük bir çaresizlikle top dolaştırdığımız Manchester maçı gibi örneklerin anlattığı gerçek bu.

          Bu üretkenlik sorununun bence sebeplerini madde madde sıralayayım:

- Geçen sezonki şablonu devam ettiriyoruz, fakat oynamaya çalıştığımız oyun geçen sezonun oyunu, kritik yerlerde, elimizde olan/olmayan sebeplerle, kullandığımız oyuncular da geçen sezonki oyuncular değil. Mesela yine çift forvet oynuyoruz, ama geçen sezonki gibi kenara ve geriye deplase olan bir forvet yapısı yok. Yine kenarlarda genellikle orta saha özellikli oyuncu tercih ediyoruz ama Engin gibi içeriye sık sık yardım eden, paldır küldür de olsa topu ileri taşıyan, tehlike bölgesine sokan oyuncumuz yok.

- Şablon dolayısıyla, bu yaz transfer döneminin hücum kalemindeki en kritik transferi Amrabat'ı kullanamıyoruz. Yapımız gereği Amrabat'a "rakip bekle git gel, savunmana yardım et, orta sahayı zaman zaman üçle." diyoruz. Ama beğenerek 8 milyon euro verdiğimiz Amrabat bu değildi. O Amrabat, topla 3. bölgede buluşup direk kaleyi düşünen, enerjisini savunma-hücum ikilemiyle bölmeyip, ağırlıklı olarak hücumda kullanan bir hücum oyuncusuydu. 8 milyon euroluk bir yatırımı dönüştürmeye çalışmaktansa, takımın dizilişini ona uygun hâle getirecek bir iki oynama yapmak daha bir mantıklı gibi sanki.

          Amrabat'ı, bir dönem Hiddink'in Arda'yı etkili şekilde kullandığı gibi kullanabiliriz mesela. Uygun setleri hazırlayıp, Amrabat'ı rakip bekle bire bir bırakmayı planlamak, Amrabat'ı orta çizgi hizasında topla buluşturup "Al Nurettin, bu top. Hadi 4 kişiyi geçip bize bir şeyler üret" demekten daha fazla derman olacaktır dertlerimize.

- İlk maddede geçen santrfor statikliği problemine ayrı bir parantez açmak lâzım. Set hücumu yaparken, rakip stoperlerin kucağında bekleyen iki santrfor, iki kişi eksik hücum etmekten başka bir anlam taşımıyor. Dizilişle oynamaksızın, bu sorun daha fazla hareketlilikle çözülebilir. Burak oynadığı sürede bu açıdan çok sorunlu olmadığını gösterdi. Fakat Umut, alışkın olduğumuz Umut imajının aksine, stoperlerin etki alanında çok hapsoluyor, hapsoldukça da oyundan kayboluyor. Onun kenarlara çıkarak top alması ve boşalttığı alanlara başkalarının girmesi, rakip savunmanın dengesini bozarak üretkenliğimizi artıracaktır.

- Kapanan takımları açmak adına en önemli fırsatlardan birisi de kenarları iyi kullanabilmek. Yine dizilişin, çift forvetli yapının götürüleri sebebiyle kenarları da etkili kullanamıyoruz. Topu taşıma açısından vasat düzeydeki kenar oyuncularına yardıma gelecek, oradaki pas aksiyonlarında rol alacak iç orta saha oyuncusu kullanmadığımızdan kenar hücumlarında sıkıntı çekiyoruz. Ve rakibin 3 adamla tıkadığı çizgide top gevelerken buluyoruz kendimizi.

          İşin hücum kısmında bu pencereden görebildiklerim bunlar. Daha çözüm odaklı bir yazıyla, bu bahiste, son kez başınızı ağrıtacağım. Selâmetle...

16 Ekim 2012 Salı

Paşa İliç

          Taraftar milletiyiz, işimiz isim biriktirmek. Bu uçsuz bucaksız deryada nasibine düşen isimleri en müstesna yerlerde, güzel hatıralarla muhafaza ederek saklarsın.

          Bizim nesil için konuşuyorum; bizim önümüzde bizden öncekilerin biriktirdiği Prekazi, Simoviç vardı mesela. Sonra Hagi, isim koleksiyonuna eklenen nadide bir parçadan öte, daha yeni yeni gözümüzü açtığımız dünyayı anlamaya çalışan taze dimağımızın, anlayabilmekte güçlük çektiği bir sihirbazdı. Çocukluk kahramanımızdı. Yine aynı dönemden Hakan, Arif, Bülent, Taffarel... İsimleri saymakla bitmez.

          Sonra artık bizden önce biriktirilmiş isimleri öğrenme zamanları geride kalmıştı. Bizim için büyümek, artık isimler biriktirebiliyor olmaktı.

          Sonuçsuz kalmaya mahkûm "yeni Hagi" bulma çabalarının da iyi şekilde anlattığı çaresizlik zamanlarıydı. Çocukken gözümüzü açtığımız G.Saray yerini, o eski şanlı günlerin hatıralarıyla ayakta kalmaya çalışan bir hasta adama bırakmıştı. Bugün bir tek futbolcuya ödeyebildiğimiz yıllık ücretlerin, bonservis bedeli olarak dahi yüksek geldiği yoksunluk zamanlarıydı. Bir umut besmeleyle açılan sezonlar, hep yeni yeni isimler ve hep yeni yeni hayâl kırıklıkları...

          Böyle bir zamanda yine, 2005 yazında, üzerine çok da hayâl kurmadığımız bir isim daha geldi: Sasa İliç. Numarasıyla değil belki ama, oynadığı bölge dolayısıyla "yeni Hagi" bulma çabalarının son perdesi olarak da değerlendiriliyordu.

          Ama bu sessiz sedasız gelen adam başka bir şey yaptı. Bir parantez açtı. "Yeni Hagi" olmadı, olamayacaktı da zaten, kimsenin olamayacağı gibi. İliç çok azının yapabildiğini yaparak, burada "İliç" olarak yer etti. İsimler koleksiyonunun, küçük ama önemli bir kısmında kendine yer açtı.

          Çok yetenekli değildi. En büyük yeteneği, neleri yapmaya yeteneği olduğunu bilmek, fazlasına yeltenmemekti. 3 kişiyi geçip topu doksana takmadı hiç mesela, ama o topu doksana takabileceklerin verdiklerinden çok daha fazlasını verdi, hem de aldıklarının çok daha azı karşılığında.

          Allah nasip ederse, bir gün G.Saray'ı benden dinleyecek çocuklar olduğunda, Hagi'den, Bülent'ten, Hakan'dan ve isimleri saymakla bitmez bir dolu G.Saray efsanesinden bahseden cümlelerin arasında Sasa İliç'in de cümleleri olacak.

          "İliç" diyeceğim, "Sessiz sedasız geldi. Oyundan henüz çıkmışken, sırtı sahaya, yüzü tribüne dönükken, gol olunca golü gole sevinenlerden anlamıştı. Bizim sevincimize sevinecek kadar buraya aidiyet duyabilmiş bir adamdı. 16 dakikayı parmaklarını ısırarak, bizim gibi beklemiş adamdı."

          Ve "bir yaz günü, geldiği gibi sessiz sedasız gitti Paşa İliç. Yerini, bırakın biriktirilmeyi, hatırlanmaya dahi değmeyecek bir isme, sonuçsuz kalmaya mahkûm bir "yeni Hagi" çabasına bıraktı."

          Unutulmadın Paşa, unutulmayacaksın.

8 Ekim 2012 Pazartesi

2011-12 Galatasaray'ı vs. 2012-13 Galatasaray'ı ve Derin Galatasaray'ın Kaybedilmesi

        

          2011-12 Galatasaray'ını anlatırken sıkça kullanılan bir ifade vardı: Takım Omurgası. Evet, sahada Muslera'dan başlayıp rakip kaleciye doğru bir çizgi çekiyordunuz, o çizginin üzerinde kalan oyuncular takımın kimliğini oluşturan oyuncular oluyordu.

          Çizgi çekmek derken bir hayali çizgiden bahsetmiyorum. Gerçek anlamıyla söz konusu çizgiyi çeken, bu omurgayı oluşturan oyunculardı. Oyunun gerekli ve büyük bölümünde, Ujfalusi-Semih ikilisi bu çizginin başlangıcını oluşturuyor, Semih önde hamle kovalayıp hücumcularla çarpışırken, Ujfa geride emniyet sübabı olarak, savunma liderliği görevini başarıyla ifa ediyordu. Çizginin devamında, Melo arkada ilk topları kullanma, cepheden gelen yüksek topları karşılama, rakip hücumcuları sert savunmayla tanıştırma gibi defansif orta saha görevlerini yaparken, daha önde Selçuk komple bir orta saha oyuncusunun yapması gerekenleri yapıyordu. Çizginin en sonunu çeken adam Elmander ise, sık sık orta saha ve kenarlara yaklaşarak takımın bütünlüğünü sağlayan en önemli eleman olurken, yaptığı akıllı ve düzenli hücum presiyle rakibe "durun bakalım, Galatasaray yarı sahasına geçmek o kadar kolay değil!" mesajını da veriyordu.

          Bu yapının takıma kazandırdığı en önemli özellik derinlik idi. Bu derinlikse, Kalli'li 2007-08'den bu yana takımın en büyük problemini oluşturan 'takım savunmasındaki direnç eksikliği'ni bertaraf ediyordu. Basit anlatımla; siz eğer G.Saray'a gol atmak istiyorsanız, önce Elmander liderliğindeki presten kurtulmalıydınız. Daha sonra ise topun arkasına muntazam şekilde dizilmiş sekiz kişilik Galatasaray'ı karşınızda buluyordunuz. Ve Ujfa-Semih-Melo'dan müteşekkil derin yapıyı adım adım çözmek, aşmak zorundaydınız. Bu derin yapı, cebren ve hile ile 40 maça çıkmış uzun lig maratonunda tam 20 maçı kalesinde gol görmeden kapatan Galatasaray tablosunu ortaya çıkarıyordu.

          Bu sezon ise Galatasaray bu derin yapıyı kaybetmiş durumda. Ujfalusi'nin sakatlığı savunmanın ortasındaki, eski liberolu savunmaları andıran yerleşim düzeninin kaybedilmesine yol açmakla kalmadı; savunmanın liderinden, organizatöründen yoksun olmak anlamını da taşıdı. Lidersiz savunma yapısında, Manchester deplasmanındaki gibi, "iki tane çok iyi oynayan stoper ama savunmanın göbeğinden verilen bir dolu gol pozisyonu" gibi absürd tablolara yol açabiliyor. Geçen sezon Ujfalusi-Semih arasında oluşan müthiş koordinasyon, bu sezon Semih-Cris-Dany üçlüsünden çıkan hiçbir ikili kombinasyonda henüz yakalanamadı.

          Çizginin devamındaki derinlik kaybından bahsederken zikredeceğimiz isim tabii ki Melo olmalı. Geçen sezonki Melo'yla bu sezonki Melo arasındaki en büyük değişim şu ki; oyunun her anında teyakkuzda olan, her an kırmızı alarm vermişçesine bir konsantrasyonla ön alanda yapılması gereken savunmayı mükemmelen yapan Melo bu sezon yok. Geçen sezonki esnek, durduğu yerdeki metrekarelerce alanı müthiş kontrol eden Melo'yu gözlerin aramasındaki büyük sebep elbette uzun süren yaz tatili. Fakat bundan bağımsız, Melo'da bu sezon baş gösteren en önemli sorunlardan biri de, toplu ve topsuz ileri çıkışlarını abartmış olması. Geçen sezon ara sıra yaptığı bu sürpriz koşular, mesele 3-2'lik Beşiktaş maçında attığı goldeki koşusu, ekstra pozisyonlar, ekstra skorlar bulmamıza yardımcı oluyordu. Fakat bu sezon bu çıkışları gereğinden fazla yapan bir Melo, üretkenliğe katkı yapamadığı gibi, takım savunmasının da bel kemiğini kırıyor. Toplu hâlde yapılan bir hücumda, kaptırılan bir topun dönüşünde, Melo'nun olması gereken yerde değil, rakip yarı sahanın muhtelif bir yerinde olması rakibi karşılamakta takıma önemli arızalar çıkarıyor. Bu arızalar rakibe ya kendini bunaltan G.Saray'ın baskısını biraz olsun kırarak dinlenme imkânını tanıyor veyahut etkili kontratak yapma fırsatı veriyor. Hücum yaparken rakip savunmadan dönen, seken topları mıknatıs gibi toplayabilen bir Melo'nun o sırada rakip savunmanın arasında bir yerlerde gol araması, bu topların da toplanamamasına yol açıyor. O zaman da alıp tekrar tekrar hücum yaparak, rakibi bunaltıp, hataya zorlayamıyorsunuz.

          Çizginin sonundaki direncin kırılmasındaki kilit isim ise Johan Elmander. Geçen sezon adeta bir defansif forvet olarak takımı ayakta tutan Elmander... Bu sezon gerek yazı arka planda hep duran bir sakatlık problemiyle geçirmiş olması, gerekse de yaşın götürdükleriyle fizik kalitesinde bir düşüş olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Fakat durum Elmander'siz de daha iç açıcı değil. Yerine oynayan, aşağı yukarı onun görevini yapma rolünü üstlenen Umut da en az Elmander kadar efor sarf ediyor. Fakat burada hücum pres denilen işin mahiyeti devreye giriyor. Bizde pres dediğin zaman anlaşılanlar genelde "hadi aslanlarım göreyim sizi, bas bas bas!!!" düzeyinde. Fakat pres en az pas kadar plan, düzen ve oyun bilgisi gerektiren bir iştir. Fatih Terim 2000 Galatasaray'ını anlatırken "Biz artık Hakan'ın başlattığı hücum presin yönüne göre yayılımını belirleyen, birçok tercihini yapan bir takımdık." minvalinde bir ifade kullanmıştı. Buradan o takımın ne kadar birbirini ezberlemiş bir bütün olduğunu anlayabileceğimiz gibi, presin de ne kadar planlı, akıllı yapılması gereken bir iş olduğunu da anlayabiliriz.

          Umut'un yaptığı pres ile Elmander'in yaptığı presin ve sonuçlarının farkı da bu gerekliliğe temas ediyor. Evet, Umut çok koşuyor, çok efor sarf ediyor. Ama Elmander kadar takım direncine katkı yapamıyor bu çaba. Çünkü pres yapmak demek, topu oyuna sokmak üzere olan stopere doğru 30 metre uzaktan depara kalkmak, sonra deparı onun topu attığı yere doğru yönlendirmek demek değildir. Hücum pres öncelikle olduğu yeri iyi seçebilme ve oyunun yönünü iyi okuyabilme becerisi gerektirir. Umut'un bu meziyetlerinin Elmander'den geride olması da, özellikle Elmander sahada olmadığında, takımın direncinin düşmesinde önemli bir faktör.

          Geçen sezonki, 20 maçı gol yemeden kapatan G.Saray'dan bu sezonki, neredeyse düşme potasındaki takımlar kadar gol yiyen G.Saray'a (üstelik kalecisi olağanüstü oynarken) takım savunmasında yaşanan direnç düşmesinin görebildiğim sebeplerini kendi penceremden açıklamaya uğraştım. İşin hücum kısmı başka bir yazıya kalsın, selâmetle...